Milletimizin son dönemlerde yetiştirdiği en büyük münevverlerden; hem muallim, hem musannif hem de müverrih olma hususiyetleri ile bilinen Muallim Cevdet, 1883 yılında Bolu da doğdu. Dedesi Said Efendi, Niş’te bulunan bir tekkenin postnişiniydi. Babası, bir asker olan Mehmed Sadi Efendi idi. Ailesi 93 Harbi’nden sonra Niş’ten Bolu’ya göçmek zorunda olan Muallim Cevdet Efendi, Bolu’da dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini Bolu’da bitiren Cevdet Bey, liseyi ise Kastamonu’da okudu. Miladi 1900 yılında Hukuk Mektebi’ne girip eğitimine bir yıl kadar burada devam etti. Fakat yaşadığı ailevi sıkıntıları nihayete erdirmek için Hukuk Mektebi’ni bırakıp o dönem öğrencilerine 1 altın lira aylık veren Dârülmuallimîn-i Âliye’ye girmeye karar verdi. Burada kendi kendine öğrendiği Arapçasını tekâmül ettirme fırsatı bulan Cevdet Bey, lisan hususunda merakı hasebiyle Arapça’ya ek olarak Fransızca, Almanca, Farsça, Rusça ve İngilizce öğrendi. Dârülmuallimîn’den birincilikle mezun olmasını müteakip Darüşşafaka’da daha sonrasında tüm hayatı boyunca kendisine eşlik edecek Muallim unvanı ile işe başladı. Buradaki görevinden kısa bir süre sonra Azerbaycan’a gitti.
Mesleğinin en verimli devrini geçirdiği Azerbaycan’a Çarlık Rusya’sının Türkçe yasağının kısmen kaldırılması ile harekete geçen aydınların oluşturduğu Bakü İslam Cemaati’nin davetiyle gitti. Burada müfredatının yazılmasında büyük emeği olduğu Füyûzat isimli okulda kısa bir süre öğretmenlik de yaptı. Burada o dönemin Bakû baş ahundu Hacı Mirza Ebu Türab ile müfredat konusunda girdiği diyaloglar pek ilginçtir. Füyûzat’ın Rus baskısı ile kapanmasının ardından Avrupa turuna çıkan Muallim Cevdet Efendi, burada çocuk terbiyesi üzerine belirli konferanslara katılmasının yanı sıra Durkheim ve Bergson’un derslerinden de istifade etti. 1910 tarihinde İstanbul’a dönen Cevdet Bey, 1931 tarihine kadar öğretmenlik ile iştigal etti.
Muallim Cevdet Efendi, öğretmenlik yaptığı her yerde kendini hem iş arkadaşlarına hem de talebelerine sevdiren bir öğretmendi. Talebelerinin dertleri ile dertlenir, sevinçlerine ortak olurdu. Hatta onun nazik ruhunun tecessümü niteliğindeki birkaç örneği dile getirmek lazım gelir:
Muallim Cevdet Efendi, Ali Nusret ismindeki kıymetli bir edebiyat öğretmeni arkadaşı bir hastalığın esiri olup da yatağından çıkamaz hale gelince her hafta aksatmadan ziyaret etti. Bu ziyaretleri arkadaşının vefatıyla neticelenince arkasından uzunca bir müddet yas tuttu Ali Nusret Bey’in ardından mezarına ölümünün her yıldönümünde tek başına giderek onun hatırasını ve ruhunu ta’ziz etti. Bu vefasını sadece kendisine değil, merhumun ardında kalan anacığına da göstermeye çalıştı.
Muallim Cevdet Efendi’nin talebelerinden Muallim Nejat isminde olanı talihsiz bir biçimde verem hastalığına tutuldu. Talebesinin bu hastalığına yanıp yakılan Cevdet Bey, hastaneye her gün ziyarette bulunup şişelerle iyi su ve meyve taşıdı. Genç Nejat’ın hastanende vefat etmesiyle Cevdet Bey, alakasını Nejat’ın ardında kalan dertli anacığına çevirdi. Bu acılı anneyi teselli etmeye çalışırken ağlaya ağlaya aylarca maaş tahsis edilmesi için uğraştı.
Öğretmenlik mesleğinin kutsiyetine vakıf olan Muallim Cevdet Efendi, talebelerinin maneviyatını yükseltmek için de elinden geleni yapardı. Ecdad yadigârlarını yerinde görmeleri için derslerini dışarıda işleyen Cevdet Efendi, bazen belki de cebinde kalan son parasıyla talebelerine yiyecek bir şeyler alır ve onlarla beraber bir ağacın gölgesinde yerdi. Bu dışarıda işlediği derslerde yağmur yağması halinde ise koltuğunun altındaki şemsiyesini açmaz, onlarla beraber ıslanırdı.
Böylesi nazik bir ruha sahip olan Muallim Cevdet Bey’in eski eserlere olan düşkünlüğü hasebiyle nerede bir ecdad yadigarının tahrip edileceğini duyarsa hemen tarih muhafızı kesilirdi. Hikmet Turhan Dağlıoğlu’ndan nakledilen bir hadiseye göre, Topkapı ile Edirnekapı arasında yol yapılma bahanesiyle sur dışındaki mezar taşlarının ortadan kaldırılacağını duyunca ortalığı ayağa kaldırıp bu iş için ilgili mercilere müracaat edip bir heyet kurulmasını sağlamıştı. Sur içindeki mezarlıklara tam yedi ayını harcayıp mezar taşlarının tarihi kıymetini tespit etmişti.
Tarihî eserler bakımından Cevdet Efendi’nin yaptığı fedakârlıkları saymakla bitmez. Yine Ayasofya’da perişan halde olduğunu görüp koşarak Maarif Vekâleti’ne müracaat edip buradaki 978 sandık evrakı tek tek seçerek Başbakanlık Arşivi’ne naklettirir. Fakat bunlardan bahsetmiş iken 1931’de tarih hafızamız açısından yaşanan faciaya değinmeden geçmek olmaz. Osmanlı arşivlerinin Bulgarlara on paraya satılacağını İbrahim Hakkı Konyalı Hoca’nın Son Posta gazetesindeki köşesinden haber alınca çılgına dönen Cevdet Efendi, facianın asıl boyutlarını aziz dostu Osman Nuri Ergin’den öğrenince hüngür hüngür ağladı. Osman Nuri Bey’den naklen öğrendiğimize göre derhal Sultanahmet Meydanı’ndan topladığı bir kucak dolusu evrakla kendisine gelen Cevdet Efendi, gördüğü her tarihi belgeyi satın alarak arkadaşlarına feryat ediyordu.
Cesur bir karaktere sahip olan Cevdet Bey merhum, İstanbul meb’usu Halil Edhem Eldem vasıtası ile İsmet İnönü’ye facianın tafsilatını ve boyutunun nerelere vardığını anlatan bir mektup gönderdi. Hatta Müzeler Umum Müdürü Hâmid Zübeyir Bey’e yazdığı mektupta işin peşini bırakmamasını, belge teftişatıyla alakalı kafalarında herhangi bir endişe var ise kendisinin evrakı hiç para istemeden yapacağını bildiren peş peşe gönderdiği mektuplarda böyle feverân ediyordu. Cevdet Efendi’nin teşebbüsleriyle her ne kadar kendisinin riyasetinde bulunduğu bir Evrak Tasnif Heyeti kurulsa da gönderilen 200 balya belgeden yalnızca 51’i Bulgaristan tarafından iade edildi. Bulgaristan ise elindeki bu hazineyi 40 milyon Bulgar Levasına Vatikan’a sattı.
Eski evraka verdiği önem neticesinde şahsi teşebbüsleriyle harekete geçirdiği devlet kurumlarının ciddi işlere girişmesi hasebiyle Türk arşivciliğinin kurucusu sayılır. Cevdet Paşa Kütüphanesi evrakı başta olmak üzere adlî, idarî ve askerî makamların evrakının birçoğu kendisinin elinden geçmiştir. Bugün Osmanlı Arşivi’nde “Cevdet Tasnifi” diye anılan bu düzenlemede on yedi konu başlığı altında miladi 1553-1904 yılları arasına ait 216.572 belge yer alır. Bu hususiyeti hakkında Dursun Gürlek’in kullandığı Gözyaşlarıyla Arşiv Belgelerini Islatan Tarihçi yakıştırmasının ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.
Yazmalara, eski evraka, gazetelere ve sair koleksiyonlara olan merakı bahis konusu olacak kadar önemlidir merhumun hayatında. Sahhaflar ile sıkı bir ahbaplığı olan Cevdet Bey, kısıtlı maaşının büyük bölümünü kitaba harcardı. Ecdad yadigârlarına bu denli önem vermesinin sebebi, bu eserlerin yabancıların eline geçmesini engellemekti. Hatta merhum Âli Paşa’nın mührünü o dönemde 300 lira gibi büyük bir paraya satın alması tüm yakınlarını şaşırtmıştı. Zira kendisi ne bir işadamıydı ne de zengin bir koleksiyonerdi. Kendisi sadece böylesi eserlerin frenklerin eline geçmesini istemeyen fedakâr bir vatandaş idi. Bugün kendisi sayesinde, Âli Paşa’nın mührü Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilebiliyor.
Nazik ruhlu, alim kişilikli bu kıymetli muallim, 3 Aralık 1935 tarihinde 52 yaşında iken Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Vasiyeti üzerine naaşı, Edirnekapı Mezarlığı’na; Süleyman Nazif ile Babanzâde Ahmet Naim Bey’lerin arasına defnedildi. Bu mübarek münevveri, ölümü için Ahmet Remzi Akyürek’in yazdığı şu beyitle yâd ediyoruz:
Bir mübeşşir geldi târîhin dedi
Etti Cevdet Cennet-i Me’vâ’yı câ
Kaynakça:
https://islamansiklopedisi.org.tr/muallim-cevdet
Dursun Gürlek Ayaklı Kütüphaneler
Yorumlar kapatıldı.